Son söyleşi: Kendimden çok sıkıldım
Adalet Ağaoğlu, salgın başlamadan hemen önce Çınar Oskay'a verdiği röportajda yazı serüvenini ve günümüz edebiyatına bakışını anlatmıştı. Ağaoğlu, "Bugünlerde kendinizi nasıl hissediyorsunuz?" sorusunu "Kendimden sıkıldım, çok sıkıldım" diye yanıtlamıştı.

Adalet Ağaoğlu son söyleşilerinden birini korona virüsü salgını başlamadan önce İstanbul Life Direktörü Çınar Oskay’a verdi. Ağaoğlu 28 Mayıs’ta yayınlanan söyleşisinde “Bu kadar uzun yaşamak istemezdim” diyerek, hem 64 yıllık eşi öldüğünde yarım kaldığını hem de ‘dünyanın bu halini’ görmekten memnun olmadığını söyledi.   

 

Söyleşiden bir bölüm şöyle:

Nasılsınız? Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Bugünlerde ancak şu cümleyi kuruyorum: Kendimden sıkıldım. Çok sıkıldım. Evde üst üste düşüp ölümden dönmüşüm. Birini tutmadan yürüyemiyorum. O zor ama onun dışında yaşıma bakarak iyi sayılırım.

 
Keyfiniz, moraliniz iyi mi genelde?
Yakınlarıma keyfim her zaman çok yerindeymiş gibi görünüyorum. Onları üzmek istemiyorum. Başta da söylediğim gibi kendimden sıkılıyorum, keyfim yerinde olamaz.

Okuyup yazıyor musunuz?
Çok kitap okuyorum. Yeni çıkanlara bakıyorum. Edebiyatla çok uğraştım, nereye gidiyor göreyim diye durmadan okuyorum.

Nasıl bugünkü edebiyat sizce?
Toplumsal sorunlarla çok ilişkiliydik. Bizim kuşak öyle yetişti. Yazarlar Birliği’miz vardı. Kürt sorunu hakkında ‘Aydınlar Dilekçesi’ gibi şeyleri bir araya gelip imzalayabiliyorduk. Şimdi böyle bir hareketlilik göremiyorum. Kitaplar daha çok satışı bol, karı-koca ilişkileri, cinsiyet gibi konular üzerine.

Romanımız geriye gitti mi?
Türkçenin kullanımı önemli. Şimdi sokak ağzıyla yazılıyor, herkes dürüst yazıyor fakat hani yazarların bir kendi üslubu olur, kendi seçtiği kelimeler vardır; onlara pek rastlamıyorum.

Neden acaba?
Televizyon her şeyin yerini işgal etti. Kolay bir açıklama oluyor ama yazarlık bile böyle oldu. Herkes ün ve parada. İlk kitabımın ilanını gazetede gördüğümde çok utanmıştım. Şimdi tam tersi; bir an önce köşeyi dönmeyi düşünüyorlar. Kapitalizm yerleşti.

Halkla ilişkiler, pazarlama… Edebiyat bunlardan nasıl etkilenir?
Edebiyatın lafı bile geçmiyor bugün. Bizim kuşak zamanında radyoda, televizyonda edebiyat saatleri vardı, çıkan kitaplar tartışılırdı. Hep edebiyatı sorgulayarak yazdım. Freud filan daha konuşulmazken çok boyutlu nasıl yazabilirim, insanın derinliğine nasıl inebilirim diye düşünüyordum. Kendimi sorguluyordum, polisiye yazar gibi edebiyatın kollarına dalıyordum.

Artık sorgulamıyor mu yazarlar?
Böyle bir dert yok ortada. Edebiyat diye bir değer yok. Bir şey anlatmak yetiyor. Kitap alıcısı da değişti. Kapitalizm ahlakı iyice yerleşti.

Semih Gümüş, sizin için “Onun kitaplarında gereksiz, anlamsız, kıymetsiz tek bir kelime bulamazsınız” demişti… 
Yazar kendi dilini kurcalar. Tek sözcüğün üstünde bile çok düşündüm. Örneğin ‘bazen’, Türkçe sözlüğe uymuyor. İnce sesliden sonra şu gelmez, bu gelmez diye bakıyorsun. Fakat bazı zamanlar derken ‘bazen’ diye diye halk dilinde oturmuş. Kitabımı yayımlarken “Siz hep ‘bazen’ diye yazdınız” diyorlar. “Aman dokunmayın, kalsın” diyorum.

Yenilik getirmeyi seviyorsunuz. İlk ve destansı romanınız ‘Ölmeye Yatmak’ta bunu mu amaçladınız?
Klasik romandan bıkmıştım. Tek bir zaman çekimiyle kullanılıyor. Gelmiş, geçmiş, geliyor, gidiyor… Halbuki ben terslerini, diğer çekimlerini kullanmaya çalışıyorum. İnsanın içinden geçen bir şeyi de başka türlü yazıyorum. Söylenmemiş bir lafı varmış gibi. Bazı okurlara güç geldi ilk zamanlarda.

Nasıl karşıladılar?
İlk kitaplardan sonra eşim bile dedi ki: “Oyunların ne kadar seviliyordu, romanlara nereden geçtin?” “Çünkü oyunlarım yasaklandı” dedim. ‘Çatıdaki Çatlak’ oynanırken yasaklandı. “Roman yazarsam kimse bir şey yapamaz” dedim. Kitaplar toplansa da varlar. İlk romanımda belki de alışılmadık bir biçim kullandım. Klasik romandan bıktığım için anlatının bütün türlerini kullandım. Şiir de mektup da tiyatro da vardı. Eleştirildim tabii ki.

Bir röportajınızda “Okurun da çıkması gereken basamaklar olduğunu ve bu basamakları çıkmadan edebiyatın kılcal damarlarına çıkmayı hayal bile edemeyeceğini” söylemişsiniz. Bunu da ‘bir sırt’ olarak tanımlamışsınız. Bu sırt nedir? Nasıl çıkılır o sırta?
Bir gün yürüyorum Ankara’da, karşıdan koşa koşa bir hanım geliyor. “İyi ki size rastladım. Romanınızı okudum ve çok sevdim” dedi. Hemen anladım ki bu okur, benim okurum. İnsan yazıyor ve eleştirilirken birileri gelip size ulaşıyorsa siz okurunuzu bulmuş oluyorsunuz. O zaman eleştiri niteliğini kaybediyor. Okurunuza karşı da sorumluluğunuz artıyor.

“Bir Düğün Gecesi’ni okumak çok zor” diyenler olmuş. Zorlanan okuyucu nasıl bir çaba sarf etmeli?
Zor okunuyor dediler ama hayatımda görmediğim kadar çok basımı yapıldı o kitabın. Çıktığı yıl tüm ödülleri verdiler.

Anlaşılmadığını düşündüğünüz romanınız var mı?
‘Ölmeye Yatmak’ı önce çok iyi bir roman okuru olan Fethi Naci okudu. Hiç beğenmemiş. Sonradan “Yanlış bir şey yaptım. Her tarafını anlatmadım” dedi. Sonra bir yerde gördüm ve takıldım ona; “Siz hem kendinizi hem de beni korudunuz anlatmamakla değil mi?” dedim. Güldü. Orta kısmına değinmemişti. O kitap toplatıldı zaten sonra. ‘Fikrimin İnce Gülü’ de toplatıldı. ‘Üç Beş Kişi’de yeni bir işadamı koydum. Kapitalist ahlakı sezmiştim. Karısı hem ressam, hem müziksever. Okumuş yazmış ‘Fevzi Sakarya’ diye bir karakter yarattım. Turgut Özal zamanıydı. Beni kapitalizme satıldım sandılar. “Kendini değiştirdi, nereden çıktı bu” dediler. İşadamı dilini bulmak lazımdı. O dili kullanmak için Mümtaz Zeytinoğlu’nun ‘Ulusal Ekonomi’ kitabını okumuştum. Basında ne çıktı biliyor musun?

Ne çıktı?
Mümtaz Zeytinoğlu’nun sevgilisiymişim! Yüzünü bile görmedim. Bir gün eşimle yürüyoruz, arkamdan koşarak bir genç kız geldi. “Adalet Hanım, ben Mümtaz Zeytinoğlu’nun kızıyım. Bizimle hiçbir ilişkiniz yok ve sizi ilk defa görüyorum” dedi. İşte bunlar da yazar olmanın sürprizleri, bazı keyifli anları.

Kitap adlarınız çok kuvvetli, unutulmaz isimler verdiniz eserlerinize: ‘Ölmeye Yatmak’, ‘Dert Dinleme Uzmanı’, ‘Ruh Üşümesi’… İsmi nasıl ve hangi aşamada koyuyorsunuz?
Bazen başından koyuyorum, bazen çok düşünüyorum. Bunu iyi ki sordunuz, teşekkür ederim. Açık söyleyeyim, şimdi kitaplara konulan adları hiç sevmiyorum.

Neden?
Siz kendiniz söylediniz aslında. Çünkü kendim nasıl oluyorsa güzel koyuyorum.

Sırrı ne peki?
Kendi dilinizi çok iyi içmenizi gerektiriyor galiba. O kadar çok kitap okuyorum ki. Durmadan okuyorum ve dilimle çok uğraşıyorum. Çok çeviri de yaptım.

Turnayı gözünden vurmak gibi bir şey mi?
‘Yazsonu’ romanımda ilk defa bir Akdeniz kitabı yazacaktım. Bir kadın çevirmen deniz kıyısında bir motele gidiyor ve karşıda yıkık duran bir evden ilham alarak bir şeyler uyduruyor. Ben buna, bitişik olarak ‘Yazsonu’ dedim. “İlkbahar, sonbahar gibi olacak bu” dedim. Zorla bitişik yazdırdım ve ‘Yazsonu’ oldu. Ne var bunda? İlkbahar, sonbahar da bitişik yazılıyor. Benim roman da yazın sonunda geçiyor.

Diğer Yazılarımız